Ufak bir alıntıyla başlıyorum, Don Quixote -kendi aramızda Don Kişot diyelim- Rocinante'nin sırtında, üzerinde atalarından kalma paslanmış bir zırhla bir hana girer. Han, dönemin en güzide yeri olmamasının yanısıra, boktan heriflerle doludur. Don Quixote atından iner, onu seyise teslim ederken soylu bir şövalye olarak handakileri selamlar. Lakin artık şövalye devri çoktan kapanmıştır, handakiler onunla dalga geçer. O, bunu farketmez, yergileri övgü addeder ve handaki herkese şarap ısmarlar. Gözü az önce erkeklerle itişip kakışan garson kıza erişir. Kötü zamanlarda kötü yerlerde olmanın verdiği sert mizacıyla sıradan bu garson kız, ona dünyanın en güzeli gözükür. Bu sırada yan tarafta bir adam hancıya sorar, "Şunun üzerindekilere bak, dökülüyor, pas içindeler! Bu kadar şaraba parası olduğunu nereden çıkarıyorsun?", hancı cevaplar, "Aptal! Fakirlerin delirmeye fırsatları olmaz.".
Doğal olarak, yaptıklarım arasında pek de gurur okşayıcı olmayan çok şey var. Ancak birisi var ki, ki burada The Alan Parsons Project - To One in Paradise'dan alıntı yapıyorum, kendimce uydurma şairane bir çeviriyle; "Sözlerimin bir tüy ağırlığında etmediği zamanlar oldu, saf mavi göğün bulutlarla dolduğu. Lakin bir sözcük vardı ki o an içimde, cennetteki bütün sevgiden fazlası vardı onda.", aman allahım (allah cins isim olduğundan ufak yazılır) neyi anlatçağımı unutmak üzereyim. Şimdi de bir Stephen King alıntısı yapıyorum, Kara Kule serisi, muhtemelen ikinci kitap; "Orbay, parkın kıyısında her genç gibi acı içerisinde görünmeye çalışmakla meşguldü.". Elbette kimseye boktan hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiği konusunda ders verecek değilim, buna uygun bir yapım yok, tabii olsaydı ben de Elif Şafak gibi sikko kitaplar yazıp parayı kırardım. Öte yandan "her genç gibi acı içerisinde görünmeye çalışmak" kavramının kapsamında olarak, kendimi lanetlenmiş hissederim biraz.
2007 yazında Olympos'a gitmiştim, kimseyi tanımıyordum. İnsanların yanına yamanmak durumundaydım biraz. Ayrı güzel bir yer orası, geceleri karanlığın, ağaçların ve harabelerin içinden geçip sahile varmak, göğü kaplayan bir koyu mavi üzerine incilerle bezeli bir halıyla olmak. Bir gece, yirmilerinin sonlarında, hippi bir beyfendi bana "Sen ne kadar huzursuz bir adamsın." dedi, artık kendi hıyarlığından mı bilmiyorum, ben de kendi hıyarlığımdan mı bilmediğim bir sebeple o lafı unutamadım. Bir film olsa "takıntılı" yaftası yiyecek davranışlarda bulunuyorum, dengesizce hareket ediyorum, insanları yönlendiriyorum. Ama hep Don Quixote veya başka bir roman karakteri olmak için. Hayır, öyle değil götten anlama hemen, hayatı azıcık fazla yaşayabilmek/renklendirebilmek için. Tanımadığım insanlara sırıtırım, selam veririm, başkalarının muhabbetlerine dalarım, rol yaparım vesselam ama en lanetlendiğim konu, genç hanımlar. Tanımadığım birini biraz takip ederim, çiçek veririm, belki birkaç dize okurum, etkileyici bir söz söylemeye çalışırım, ama en çok gözlere bakarım. Bunların hiçbirini de "elde etmek" gibi sıkıcı bir şey için değil, o anlık eğlence için yaparım falan filan. Kadınları ne kadar fena halde büyüleyici bulduğum konusunda betimlemelere girmeyeceğim, konumuz bu değil. Özetle, bir aile babasının sıkıcı hayatını tercih etmeyeceğimden böyleyim.