2 Eylül 2009 Çarşamba

Yontmataş devri>Cilalıtaş devri

Sıkıntılı bir şekilde ayağa kalktı, ilişkilerinin geleceği için hayati önemi olan bir andı bu ve o -ah- bu genç hanımın gizli bahçelerinde dolanmayı fena halde arzuluyordu. Farklı bir yaklaşım denemek istedi, karşısındakinin de hoşuna gideceğini umdu, sırf rol icabı derin bir nefes aldı, karşısındakinin gözlerine kitlendi ve yumuşak bir tonda başladı:

-Eğer görebilseydin göğü, yukarıdaki ve böylece zihnin serbest kalabilseydi yanımda, köpüren dalgaların arasına koşardın, bense durup seni izlerdim.

Bir kadının anlamadığı şeye vereceği en genel tepki olarak kaşlarını çattı, kadınlar -doğal olarak- anlamazlardı ama anlamamak hoşlarına da gitmezdi. Sinirle:

-Ne demek şimdi bu?

-Bu demek oluyor ki çok genç ve çok güzel genç hanım, siz önümde yanıp kül olanı görmezden gelmemi istiyorsunuz. Ancak belirtmeliyim ki hala gün ışığı berraklığında gözümde sesiniz, güzelliğiniz.

O tekrar birşeyler geveleyeceksen ufak bir jestle onu susturdu ve devam etti:

-Ve genç hanım, ben düşlerime inanmıştım sadece, hiçbir şey değiştiremezdi kafamdakini. Heyhat! Ne kadar geçtir şimdi, bir zamanlar kör olduğumu görmek için.

Karşısındakini etkilemek için vurguları kullanıyor, sesine çok dikkat ediyor, bir yandan da hafif heyecanla onun yumuşak tenini hayal ediyordu. Muhtemelen -yine- sıkılacağı bir ten, ilk seferki heyecanın yerini tutmuyordu hiçbiri. Ağda yapıp yapmadığını merak etti çok kısa bir an, devam etti:

-Lakin—diye başlayacakken karşısındaki ayağa kalktı;

-Sadece bacaklarımın arasında olana kadar bütün bunlar değil mi? dedi-

Kötü bir andı, kaybettiğini bildiğinden,

-Evet, dedi.

Bitti.